Sinema Saati

22 Ağustos 2009 Cumartesi
İşsiz güçsüz bir kişilik olduğumdan sebep dana gibi yatıp bol bol film seyrediyorum. Şunu anladım ki sevgili okur ben sinemadan zerrece anlamıyormuşum. Mesela en son izlediğim birkaç film hakkındaki görüşlerimi sizinle burada paylaşmak istiyorum. Gördüğünüz gibi diyet tavsiyeleri, gezi yazıları ve gündelik haberlerden sonra siz sevgili okurlarıma sinema eleştirisi de yapmaya başladım.

İlk filimimiz Sleuth: Jude Law oynuyor. Bu kadar. Şaka şaka Jude Law bide Michael Caine oynuyor. Sadece iki oyuncusu var ve devamlı konuşuyorlar. Filmin bir yerinde konuşmaları takip etmekten yoruldum Jude bebişimi izledim. Jude konuştu konuştu, Michael emmi konuştu uzun monologlar ve diyalogların sonuna doğru azıcık uyumuşum…Sonra uyandım canım dondurma çekti…Böyle bir filimdi yani.

İkinci filmimiz Into The Wild: Sean Penn’in gerçek bir hayat hikayesinden senaryolaştırdığı bu güzide yapım Imdb’den 8,2 almış. Kahramanımız Chris yeni mezun bir kişidir. Stanford’dan kabulünü aldığı gün eğitim masraflarının tamamı babası tarafından karşılanan ve altına araba çekilen film festivali enteli duyarlılığına sahip Chris kardeşimiz “Lan bana niye araba aldınız, paranızı materyaliniz de istemiyorum. Afrika’da insanlar aj, savaş var” filan diye tripler atıp, annesinin “oğlum yavreem yapma babana karşı gelme” diye yalvarmalarına kendince çok felsefik yanıtlar vererek ortadan kaybolur. Üniversite için ayrılan parayı bağışlar, cebindeki banknotları yakar (yaktı lan caanım dolarları!). Ske sürülecek aklı olmayan kahramanımızın tek amacı Aleaska’ya gitmek, orada doğayla bütünleşmektir. Film boyunca o kadar Aleaska (Bkz:Alaska’nın Amarigan aksanında telaffuzu) ismini duyarız ki artık bir noktadan sonra her duyuşumuzda asabımız bozulur gülmeye başlarız. Film özünde kendi küçücük sorunlarını aşmaya çalışmaktansa kaçıp gitmeyi tercih eden ve yollarda sefil olan modern dallamanın hikayesidir. Şimdi elin Amerikalısı bole bir maceraya atılsa “hippi” olur, “ free spirit” olur; aynı olayı Türk bir adam yapsa gazetelere “genç cinnet geçirdi”, “evden kaçan gencin ailesi yasta” gibi haberler çıkar bir ay sonra da her şey unutulur, filmi filan çekilmez “meczup olmuş çocuk” der geçerdik. Kahramanımız yolculuğu boyunca parasız kalır, aj kalır, dayak yer, sürünür ama bir kere olsun anasını babasını aramaz “ben iyiyim merak etmeyin, takılıyorum” demez. Dağ görür, taş görür şaşırır gerizekalı. Hatta taş gibi bi hatun bulur onunla da sevişmez. Bole kafası kırılası moron bi kişidir Chris. Sinirlendim lan! Öteki filme geçelim.

Bed Time Stories: Adam Sandler filmi bu. Konusunu bile yazmıyorum çünkü ilk 10 dakikadan sonra sonunu tahmin edebildiğiniz mutlu sonlu, Amerikan komedisi. Bir Adam Sandler klasiği olarak yan rollerden birinde Rob Schneider’ı görüyoruz. Gariban gibi figüranlık yapmasın Ron Şınaydır, kendi filmlerini çeksin, kendisi Adam Sanler’dan filan kat kat daha komik. Boş vaktiniz varsa izleyin, komedi filmi işte.


The Existenz: Filmin baş rol oyuncusu “Judge Law” . Kapakta öyle yazıyor. İlk önce baş rol oyuncusunun Jude Law hayranı bir porno yıldızı olduğunu düşündüm ama Jude Law’mış. Film hakkında çok derin bir açıklama yapamayacağım 15. Dakikasından sonra uykum geldi. Birde bağırsağa benzeyen oyun konsolu vardı. Tiskindim aletten lan, kordonu böyle doğum kordonu gibi öyk!



İşte son zamanlarda hayatımın çok değerli birkaç saatini izlemekle geçirdiğim filimler bunlar. Hoşuma gitti yav film eleştirisi yapmak! Yazının başında da belirttiğim gibi ben sinemadan zerrece anlamıyormuşum. Çünkü benim yaptığım yorumlar üzerine forumlardaki diğer eleştirileri okuduğunuzda aslında bu filmlerden bir halt anlamadığımı, izlediğim eserlerin bir çoğunun türünün tek örneği filan olduğunu okuyacaksınız. Sanırım yeteri kadar entel değilim ben, Üç Maymun’da da uyumuştum zaten..Gideyim “50 First Dates”’i tekrar izleyeyeyim. Sıkıcı değil o...

Reblog this post [with Zemanta]

0 yorum:

Yorum Gönder