Ne işim var lan benim Pazar sabahı Kartal Cevizli’de?

25 Aralık 2010 Cumartesi

Henüz bitmemiş bir yüksek lisans tezim olmasına rağmen geçtiğimiz hafta tekrardan ALES sınavına girdim. Neden diye sormayın. Sanırım 19 senelik öğrencilik hayatımı bitiremiyorum sevgili okur. İçimde devamlı ödev yapmak, sınava girmek, hocalardan fırça yemek isteyen besili bir inek var.

İşte bu inek yüzünden Pazar günü uykumun en datlı dakikalarını yaşamam,en kötü ihtimalle kalkıp çişimi yapıp tekrar uyuman gereken dakikalarda Kartal Cevizli’de betonarme ötesi bir lisedeyim. Yoğun güvenlik önlemlerini aşıp okula girebilmişim. Zaten kapıda Kolombiyalı koko kuryesi muamelesi görmek istemediğimden yanıma bi kafa kağıdım, azıcık da para almıştım. Efil efil ergen teri kokan sınıfımı buluyorum. Hatta duvarlara sinen kokunun ağırlığından ve sınıfın soğukluğundan çocukların ısınmak için Cuma günü sınıfta aktif bir şekilde uzun eşek oynandığı konusunda teoriler geliştiriyorum.

Gözetmen öğretmen hanım teyze geliyor bize sınav kitlerimizi dağıtıyor. Sınav kiti dediğim malum artık ALES olsun KPSS olsun bu tarz sınavlarda kullanacağımız kırtasiye malzemeleri sınavdan önce paket halinde dağıtılıyor. İçinde 2 dene kalem (fatih marka), 1 dene silgi (no name), 1 kalemtraş (dandik), 2 olips şeker bi tane de peçete bulnmakta. Açıkçası peçeteyi görünce sınav esnasında yaşanacaklar konusunda biraz endişeleniyorum. Kitapçıklar dağıtılıyor, gözetmen teyze de bu yoğun güvenlik önlemlerinden tırsmış olacak ki herkesin sınav giriş kağıdına, kafa kağıdına filan tikatli tikatli bakıyor. Benim belgelerimi kontrol etmek için yaklaşınca bi an götüme sakladığım malları fark edecek diye endişeleniyorum. Sonra “ne malı olum?” diyorum kendi kendime. Aniden narotiğin aradığı bir kurye değil sadece doktora filan yapmayı düşünen genç bi kişi olduğumu hatırlıyorum; sorulara geçiyorum.

Burada bir parantez açıp soru sayısının ve ağırlıklarının değiştiğini; 200 sorudan 150 tanesini yapmamız gerektiğini sınava 5 dakika kala öğrenmemi kendi ilgisizliğime ve angutluğuma bağlıyorum. Sınav başlamadan önce konuyla alakalı bir brief veren adını bilmediğim “çok çalışmış konuya hakim yaşı geçkince abi” ye buradan teşekkürlerimi sunuyorum.

Sınav soruları elbette ki yüksek lisans ve doktora yapacak kişilerin zihinsel kapasitelerini ölçecek seviyedeydi. Zevksiz bir hatunun haftalık giyim kombinasyonlarını hesaplamak olsun, bayağı kesirler olsun, çemberin çevresi olsun mühim şeyler bunlar. İlerde tezimizi yazarken, araştırma yaparken lazım olacak bunlar hep.

Neyse öyle böyle sınav bitti; kendimi dışarı attım. Trafik ve kalabalık yüzünden 2 saatte evime zor ulaştım; cep telefonum yanımda olmadığı için annemler en sonunda cozutup ales bahanesiyle kocaya kaçtığımı düşünüp beni aramaya filan çıkmışlar sağolsunlar.

Yanıma bırak cep telefonu bozuk para bile almama izin vermeyip sanki evimin çevresinde yada en azından aynı mahallede okul yokmuşçasına beni te Kartal’a göndererek böyle renkli bir Pazar günü geçirmemi sağladıkları için yayında ve yapımda katkısı olan tüm kişi ve kurumlara teşekkürü bir borç bilirim. Hayatıma renk kattınız.

Ağzımızı Kırarlar

12 Aralık 2010 Pazar

Tekrardan spor salonuna gitmeye başladım. Gördüğüm acayipliklerden narsisist kaslı abi, ekürisi saz arkadaşları, bilimum kaslanma serzenişleri (bas abi bas, ekmeği kesecen günde 4 litre süt içecen kanka!), bisiklet üzerinde kek tarifi veren ev hanımı tipolojilerine blogun bir yerlerinde değinmiştim. Fekat bu yeni tanıştığım insan güruhu bambaşka sayın ve sevgili okur; tae- bo yapan ev hanımları ordusu!

Saat 19:00 da başlayan teo-bo derslerimiz, fitnızımızın sahabı “ters koni” abi tarafından verilmekte. Gerçekliğin sınırlarını zorlamak gibi olacak ama hayal edin 15 tane ev hanımı (bi kısmı taytlı bi kısmı taytsız) önlerinde arnold tipli bir abi gayet senkronize ve düzgün bir şekilde havaya Allah ne verdiyse aparkat olsun, kroşe olsun, high kick olsun savurup duruyorlar. Fonda da sözleri “hold me, kiss me love me baby!...” olan godik bir tekno şarkı çalıyor. Bu sırada Ters koni abi Amerikan savaş filmerinde gördüğümüz götlek çavuş edasıylan : “Tekmeyi daha yukarı at! En sert yumruğun bu mu ha bu mu? Yat yere 50 şınav çek!”. Askerliği sanki Kütahya Hava İndirme’de değil Arkansas’ta yapmışçasına girdiği bu tripler umarım ordusunun kazan kaldırıp kendisini dövmesiyle sonuçlanmaz. Zira hatunlar kelebek gibi uçup arı gibi sokacak kıvama gelmiş hocam...

Çocukluğum

9 Kasım 2010 Salı


Açıkçası özlemle hatırladığım bir çocukluğum olmadı. Hayatımın kafadan ilk 10 ylını “büyüsem de bitse şu saçmalık” psikolojisinde geçirdim. Biraz asosyal ve salak bir minik yavru olduğum için bir türlü yaşıtlarımın oyunlarına entegre olamaz; mal gibi koşuşturan çocuklara bakar; kitap okurdum. Devamlı yanan ampule bakmam da sanırım bu yıllara rastlar.

Geçtiğimiz yıllarda evimizin yıllık “gereksiz evrakları atma günü” kapsamında çocukluğumda yazdığım bir şiir elime geçmişti. Şöyle bir şeydi sanırım: “Benim bir balonum olsun isterim/Ama balonum olsa da uçmaz ki/Bir topum olsun isterim/Ama topum zıplamaz ki…” felan diye giden abuk bir şiir yazmışım. Önce “Vah yavrım.. nası çaresiz hissediyormuş kendini” diye düşündüm, hislendim. Sonra o yavrunum kendim olduğunu fark edip sinirlendim; “ Yediği önünde yemediği ardında eşşolueşşeğin evladının yazdığı şiire bak!” diyip; derhal imha ettim. Hatta hızımı alamayıp eski karnelerimi, teşekkür takdir belgelerimi bide adını hatırlamadığım bir ilkokul arkadaşımın bana yazdığı yılbaşı kartını da hacamat ettim.

Sonra düşündüm çocukken güzel olan şeyler de vardı. Mesela orkitlerin içinden çıkan torbalara su doldurup aşağı atmak, evdeki misketleri balkonda sektirip aşağı atmak, hatta evde ne var ne yok camdan pencereden aşağı savurmak, kendi saçım üzerinde sanatsal kesim denemeleri yapmak, tam fotoğraf çekildiği anda altına işemek ve bu fotoğrafla aile albümünde yer almak…

Şu yazdıklarımı okudum da hakkaten mal bir çocukmuşum lan ben! Bir zaman kondasatörüm olsa geri dönüp şu salağın ağzını yüzünü kırmak ve bir iki şey söylemek istiyorum:

“Yavrucum hayat dışarıda çık gez oyna, tuhaflığın lüzumu yok! Gel 14 yaşına istemediğin kadar tuhaf olacan zaten. Bide bugün dövdüğün bütün oğlanlar seneye ağzını yüzünü kırcak dikkat et..Hadi bakim şimdi bol bol süt iç, ıspanak filan ye ne bileyim ”

Bilmediğin Ot

29 Ekim 2010 Cuma

İnsanın başına ne felaket geliyorsa meraktan geliyor sayın okuyucu. Bilindiği gibi yemeğe ve yedirmeye gönül vermiş bir insanım. Çok uzun zamandır yapmak isteyip de yapamadığım bir aktivite vardı: Suşi yemek. Dün pek muhterem sevgili kişisinin de gazına gelerek aha buraya gittik. Eğer kafanızda “öğğk çiğ balık yenir mi lan! Yosuna sarıyolarmış bi de!” gibi mesnetsiz önyargılar varsa lütfen önyargılarınıza kulak verin! Ben dün yutamadığım yapış yapış haşlanmış pirinç tomarı, midemi kaldıran balık ve yosun kokusunun katlanılmaz cazibesiyle bir milletin acılarına ortak oldum; neden acı çeken liseli Japon kız konseptinin var olduğunu anladım.

Ben önümdeki yemekleri çıbıklarla didiklemeye çalışırken yan masamızda “turist hatundan İstanbul’u gezdirmek suretiyle verim almaya çalışan adam” profilinde 2 dene türko ve elbette sarıkafa bir turist kızcağız vardı. Turist kızımız adeta Tokyo’nun bağrından kopmuş gelmiş gibi öjenik haliden beklenmeyecek bir performansla kibar kibar çıbıhlarıyla yemeğini yerken bizim ayular sanki Aksaray Konya karayolundaki kamyoncu lokantasına girmiş gibi ağzını şapırdata hüpürdete önüne konanları mideye göçürttü. Bir yandan da “are you disko tonight”, “this is the best suşi pleyz in İstanbul” ve en sevdiğimiz “If you don’t feel okay, we can go back home-yani diyor ki kendini ii hissetmiyosan daha fazla yiyip bana hesap ödetme, direk evimize dönüp işimize bakalım” cümlelerini kurarak amaçsızca yazılmanın tüm farzlarını yerine getirdiler.

Neyse bir yandan balık kokusu bir yandan yükselen testesteron seviyesi eşliğinde yemeğimizi tamamlayıp hacimlice olan hesabımızı ödedik. Diyeceğim o ki “denizden babam çıksa yerim hacı” mantalitesinde bir insan değilseniz benden size blogger tavsiyesi: ilişmeyin! Ama tabi bunların hepsi hayat tecrübesi…Ha bide evet eve dönünce peynir ekmek yedim.

Piyes: Benim yiyemediğim suşileri göçürten hassas mideli yarime buradan öpücük yolluyorum. Önünde saygıyla eğiliyorum.

TOMBULUM

20 Ekim 2010 Çarşamba
İflah olmaz bir tombulum ben..bu güne kadar yaşadığım hayatımın muhtemelen %55’i öküz gibi yiyip kilo almakla geri kalan kısmısı da onları vermeye çalışmakla geçti, geçiyor ve hatta geçecek gibi gözüküyor. İçtiğim suyun bile yaramasının yanı sıra waffle üstü, ekmek arası ve serbest stilde yediğim nutlellaların, içtiğim biraların ve dahi yanında göçürttüğüm pattiz kızartmaların yağ oranımdaki payı büyük.

Her neyse herkesin “Ay bu scakta da hij bişi yenmiyo annem” muhabbetleri yaptığı yaz mevsimini 7 kg alarak kapattım..”Oha!” dediğinizi duyar gibiyim ama demeyin lan! Bi de beni uzun zamandır görmeyen arkadaşlarıma sesleniyorum; evimde kocaman bir boy aynası bir de dijital tartı var. Noolur beni görür görmez “Ay Simeaan çok kilo almışsın!” demeyin; asabım bozuluyor artık.

Kilomdaki bu konjonktürel dalgalanmalara alışığım aslında; 3 haftadır da diyetteyim. Bana diyet yapmak değil de ekürisi olan egzersizdi spordu her ne bokumsa onları yapmak konuyor. 1 Sene önce yıllık olarak yazıldığım spor salonu üyeliğinim son 4 ayını içimde yarattığı “tekerlek içinde koşan amaçsız hamster” psikolojisi nedeniyle bıraktım. Evde spor yapmaya karar verdim. Torrent sitelerine fat burn, lose weight, pilates filan yazarak bir sürü video indirdim.
Bu egzersiz videoları bana bambaşka dünyaların kapılarını açtı sayın okuyucu. Çok farklı insan türevleri varmış; şimdi sizleri onlarla tanıştırmak istiyorum:

1.Winsor Pilates - Accelerated Fat Burning:



Bu fidyomuzda 50’lerinin ortasında bir teyze, arkasında dans grubu ve kafası güzel davulcularıyla bize moderen dans, ayrobik, pilates kombosu yaptırıyor. Teyzenin yaşına takılmayın egzesizin yarısını geçtikten sonra “yeter laaaan!” diyeceksiniz. Ha bir de dansçılar ve dahi teyze anlamadığım bir şekilde psikopatça gülümsüyor, adeta çektiğiniz acıdan zevk alıyormuş gibi…ya da bana öyle geldi..bide arkadaki esmer hatun göz kırptı sanki bi an…neyse

2.Fat Burnning Workout For Dummies:



Bu fidyodaki eğitmenimiz Arnold abla. Yine saçmasapan hoplamalı zıplamalı bir egzersiz. Bu hatun da adeta çok keyifli bir şey yapıyormuş gibi devamlı gülümsüyor. Yoksa spor keyifli bişi mi lan? Allah muhafaza!

3.Hip Hop Abs:



Artık iyice rasyonellikten ve sportmenlikten uzaklaşıyoruz. Bu videoda zenci bi eleman var; arkada melez dansçı hatunlar filan.. Hip kop yaparaktan zayıflamaya çalışıyoruz. Zenci abi bize sık sık resimde gördüğünüz gibi karın kaslarını açıp gösteriyür. Bu hareketi yaparsanız böyle kaslarınız olur hasabı. İçimden protein tozu almadan dimi hacı, salonda çalıştıktan sonra aynada kendini kesmeden, her sabah 4 yumurta yarım litre süt tüketmeden…oldu canım diyorum.. Ben de en olimpiyat ruhu dolu hislerimlen bakıyorum, inceliyorum. Yoksa ne bakıcam elin herifine…

Bu egzersizleri yaparken ne maymun pozlara girdiğimi burada anlatıp daha fazla kendimi rezil etmek istemiyorum. Halı üzerinde sürünp kendimce pilates yapmaya çalışırken beni gören abim “Hakkaten garip bi insansın lan sen” dedi ve gitti.

Bir gezi yazısı: Adaya gittik biz

11 Eylül 2010 Cumartesi


Bayram tatili münasebetiyle hem biraz deniz havası almak hem içine girince cebinizdeki paranın sikko kafeler ve saçmasapan barlarda aniden esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu Kadıköy-Cadde -Taksim Şeytan Üçgeni’nden kaçmak için sevdiceklen adaya gidelim dedik. Kendimize her biri bir birinden müstesna Prens Adaları’ndan Heybeli’yi seçtik. Fakat çok orijinal bir tatil planı yapamadığımızı vapur iskelesine varınca anladık zira İstanbul nüfusunun büyük bir kısmı da bizim gibi adalardan herhangi birine kaçmaya çalışıyordu.

Kendimizi zar zor vapurun içine tıktığımızda sanki ada vapurunda değil İtalya’ya giden bir mülteci gemisinde gibiydik. 1 saatlik yolculuğu ayakta geçirmek istemediğimizden ve oturacak yer de olmadığından yere bağdaş kurmak suretiyle mülteci imajımızı pekiştirdik. Üstümüze basan insanlar olsun, kahvesini üzerimize dökenler olsun, yanımıza yarım göt sıkışmaya çalışanlar olsun bu gibi tatlı olaylarla yolculuğumuza devam ettik. Hatta yanımızda oturan çocuklu ablanın sevimli veledinin bize bakıp bakıp “Petrolofisiiiii” diye bağrınmasının üzerine özel güçlerimizi kullanarak bu sevimli kerizi uyuttuk (hayır elbette çocuğa keyif verici bir madde vermedik, aşk olsun biz öyle insanlar mıyız? Hem niye mamülleri ziyan edelim?)

Ağırlık ve dalgalardan sebep 40 derece kadar sola yatmış vapurumuz ada iskelesine yanaşıp diğer yolcularla beraber adeta Normandiya çıkarması yapıyormuşuzcasına karaya ayak bastığımızda mis gibi at boku kokan ada havasını içimize derin derin çektik. Adanın merkantilist esnafından alışverişimizi yapıp son kazığımızı da yedikten sonra at bokları üzerinde sekerekten mesire yerine ulaştık.( Çok heyecanlıyım bu kelimeyi cümle içinde kullandığım için durmadan “mesire, mesire, mesire” demek istiyorum).

Adaya bizimle beraber akın eden kişiler sanırım plajlara yöneldiği için mesire (allahım bi kez daha yazdım, ne kadar mes’udum) yerleri beklediğimizden daha boştu. Gün boyu tıkınarak, içerek ve dağ tepe dolanarak eğlendik.

Yorgun, mutlu ve at boku kokulu bir şekilde yine mülteci gemimize binerek geri döndük. Yolda müzik dinleyip, kek yidik çay içtik. Hayat filan güzel şeyler diye düşündüm; derin düşüncelere daldım; sonra anladım ki derin düşüncelere filan dalmamışım uykum gelmiş sadece. Neyse.

Bi dahakine Büyük Ada’ya mı gitsek lan?

Kısa Kısa

• Vapur iskelesinde “Aşkınızı tazeleyin/aşk bir sudur iç iç kudur” diye su satmaya çalışan esmer vatandaşlar en güzel duygunun insanıdır.
• İkimiz de gün görmemiş birer apartuman çocuğu olduğumuz için bayır aşağı inerken hızımızı alamayıp “Simen ben duramıyorum olum!”, “Yurdun ben de lan!” diyerekten ağaçlara toslar olmak.
• Çift görünce pis pis bakan muhafazakar aile…Ne bakıyosunuz olum?
• Yine tüm çiftleri 50 metreden göz hapsinde tutan bekçi amca..amacın ne?
• Yanan mangalı olduğu gibi çöp konteynırına atan dana söndüremiyosan su dök üstüne toprak at ne bileyim.
• Pikniğe yanında 5 tane çakı getiren sevgiliden tırsarım arkadaş…

Yusuf Sesleri

10 Ağustos 2010 Salı

Senelik izinlerinin bir kısmını kullanan sevgili ailem kendilerini Ege’nin soğuk sularına bandırmak üzere beni evde dımdızlak bırakıp yazlığa gittiler. İlk başta “uu beybi çılgın parti zamanı” filan diye karşıladığım bu durum benim ve dahi arkadaş grubumdan hiç kimsenin yeteri kadar çılgın olmamamız sebebiyle hüsrana uğradı. Ben de kıç kadar evimizde tek başıma çok uzun zamandır kaçtığım bir gerçekle burun buruna geldim. Ben dünyanın en tırsak insanıydım sevgili okuyucu ve evim benim gibi bir tip için tehlikelerle doluydu.

Mesela “ Requiem for a Dream” marka buzdolabımız aniden gaza gelip takır tukur sesler çıkararak sizi yerinizden zıplatabilir ya da çalışmaya başladığında “zöherey” gibi bir ses çıkarıp 3 dakika sonra üzerinize atlayacağı hissi uyandırabilir. Bu durumda şahsen ben olduğum yere çöküp buzdolabının beni öldü sanmasını bekleyerek dua ediyorum.

Haddinden fazla ince olduğunu geçen gün çok acı bir tesadüfle öğrendiğim banyo duvarlarımız ile sıkıcı hayatımda yaşadığım heyecanı 8 e filan katlıyorum. Geçen gün kendi halimde uslu uslu duş alırken, aniden “bitmiş bu yae” diyen bir erkek sesiyle irkildim. Yine buzdolabı tekniğini uygulamaya geçirdim ama sonra duşakabinin içinde çökmüş, dalyaprak halimin çok salak gözüktüğümü fark edip tırsa tırsa dışarı çıktım. Meğersem bizim banyolar bitişikmiş ve komşumuzun tuvalet kağıdı bitmiş, adam karısından tuvalet kağıdı rica ediyormuş. Ha senelerdir oturduğum evde bu detayı fark edememiş olmamı da tırsak olduğum kadar angut bir insan olmama bağladım. Bir de muhtemelen komşu da bizim banyodan gelen sesleri gayet net duyduğu için kendileri için baya üzüldüm.

Gelgelelim evimi benim için korku tüneline çeviren en önemli detay azıcık bir esintide çotank diye çarpan kapılar ve rüzgarın çıkardığı saykaledik “uuuu” sesi. Abartmıyorum bu sesi duyan bir arkadaşım “Abi senin evinden sanırım tırsıyorum” dedi, bi daha da gelmedi zaten.

En sevdiğimi en sona sakladım sabah ezanını Tom Waits- Nick Cave arası bir sesle okuyan yurdum müezzini. Çık hayatımdan yalvarırım, her sabah 5’de zıplayarak uyanıp. “Allahım iyi bir insan olucam bundan sonra, hiç yalan sölemicem zaten sex-drugs-rocknroll bi hayatım yoktu ama daha bi ot formunda yaşayacağım bundan sonra, yani ot derken aman yanlış anlama bildiğin çayır çimen yeter ki şu müezzin gelip beni yemesin. Sübhaneke dinimiz amin” diye yalvarırken buluyorum.

Şimdi bana “bize ne kardeşim senin evindeki korkunçlu olaylardan” demeyin nolur lan, hakkaten çok tırsıyorum. Geceleri kapımı kilitliyorum, uyurken öcü gelirse diye sırtımı duvara yüzümü kapıya verip uyuyorum, çok tırsarsam bu sıcakta pikeyi kafama kadar çekip öyle duruyorum. Fakat bu numaralar pek işe yaramıyor.

Bir de…

Evde yalnız olduğumu buraya yazmamalı mıydım lan acaba? Nese çok tırsarsam silerim..

Bu aralar...

22 Temmuz 2010 Perşembe

• Bağdat caddesi kafelerinde gördüğüm ergen kızların tuvalette yaptıkları konuşmaları, dedikoduları dinler oldum. Bir kolayı 5 TL’ye satmalarını adil göstermek için kafe işletmecilerinin tuvalete yığdıkları parfüm, saç maşası, saç spreyi, asteon gibi mamullere görmemişçesine dadanan bu yavrucakların masalarında kuzu kuzu kendilerini bekleyen sakalı bitmemiş safkan Abercrombie delikanlıları hakkında çevirdikleri muhabbetler ve entrikalara şaşar oldum. Ben mal gibi konuşmalarını dinlerken aniden bana dönüp “Yaae bişi sorcaam..Makyajım nasıa” diyenlere. “Şahane” diyip ortamdan topuklar oldum.

Body Worlds sergisine gidip “Vay aminakii naapmışlar lan cesede? Töbestafurullah” filan oldum. Şaka maka çocuğuyla gelen aileler vardı; çıplak kadavraları filan değil de en çok zürafa taşağını nasıl açıklayacaklar minik yavruya; onu merak eder oldum.

• Dünyanın en saçma sapan ve gereksiz stajını yaparkene internette sörf yapmanın dalağını yarar oldum; hiç lüzumlu değilken nikah şekeri, çim biçme makinesi ve kiralık ev bakar oldum.

• Aşk hayatıma restart vererekten uzun zamandan beri haggaten mutlu oldum. Sevdicekle elele, bu sıcakta deli sikmiş gibi İstanbul’u gezer oldum.

• Evi başıma bırakıp kaçıp giden anam ve abimin yüzünden önce umutsuz ev kadını oldum sonra rahvan gitsin diyerek evi bekâr evine çevirdim; bok içinde yaşar oldum.

• Akşamları can sıkıntısından Küçük sırlar, Evcilik Oyunu filan gibi bilimum denyo TV programını takip eder oldum.

• Tez konusu bulmam gereken şu günlerde saçma sapan işlerle uğraştım, geceleri yatağa girdiğimde vicdan azabından kıvranır oldum.

PiyEs: Evet bu yazıda Masumiyet Müzesi’nin Bazen isimli bölümünden esinlenilmiştir ama o kadar yani…

Müzikli Toplama Kampı

1 Temmuz 2010 Perşembe


Yaşıma başıma bakmadan girdiğim işlere bir yenisini ekleyerekten geçtiğimiz günlerde Sonisphere Festivaline iştirak ettim. Sözlüklerde, forumlarda filan baya didiklenmiş; ben kısaca üzerinden geçeceğim:

-İyi müzik eyvallah ama o Slayer’ın manitu belasını versin. Müziğe, armoniye, insanlığa ve dünya barışına olan inancım sıfırlandı lan!

-Konser biletine 190 tele verip sahneyi göremeyebileceğimi hesaplamıştım ama bari ekranları 2 metre yukarı koyaydınız be! 3 aydır taksit ödüyorum Allahsızlar!

-Rammstein’ın Sahne Şovu 101 konseptli “şov nedir ne değildir; adam nasıl yakılır” dersi veren konserinde kendimizden geçtik. Bir daha gelsinler bir daha izlerim! Sezen Aksu’dan Beni Yak isimli eseri kendilerine buradan yolluyorum.

-Sonisfir maalesef sadece efendi efendi müzik dinleme yeri değildir. Aynı zamanda psikolojik ve bedensel bir sınavdır. Yemek mi yemek istiyorsun? Önce 500 metre uzunluğundaki kuyruğa gireceksin fiş alacaksın! Aldın mı? Hah şimdi bi daha kuyruğa girip yemeğini al; ziftlen. Yok öyle biramı yemeğimle birlikte içeyim. Bir şey içmek istiyorsan sıraya girecen yine! Hatta koskoca stadyumda su bitebilir; olur yani abartmanın bir alemi yok! Su yoksa bira içeceksin Allahın sıcağında … Herşeyden de şikayet edilmez ki kardeşim!

-Tuvaletler hakkında o kadar feci şeyler duydum ki 3 gün boyunca girmedim. Ter olarak attım..

-Festivalin en korkutucu figürü sanırım “ERGENLER” di. Nereden alabilmişse bira içip boş bardağı sallayıp atmak, sigara içmeye çalışmak ama elinde tutmayı bile becerememek yanından geçen insanların üzerinde basmak veya külünü serpmek, stadın ortasına kusmak, anlamsızca (ama hakkaten anlamsızca) bağırmak…

-Sevgilisine trip atan got kız en güzel duygunun insanıdır.

-Uzun yıllar sonra öksürük şurubunu kafaya diken insan görmek. Nostalji yaşamak…

-Kalabalık grupla gidip herkesi kaybetmek; kimseye ulaşamamak

-Bir tişörtün 40 TL’ye; dandik bir köfte ekmeğin 7,5 TL’ye satıldığını görmek

-Festivale gitmeden önce aman yağmur yağmasın sakın filan diyip stadda sıcaktan yağmur duası yapmak

-Elinde kapı gibi biletin olmasına rağmen gün içerisinde dışarı çıktın mı içeri girememek. İçeride satılan saçma sapan yiyeceklere mahkûm olmak; organizatörlerden kar maksimizasyonu dersi almak

-Konser çıkışı Taksim’e akıp disko disko partizani eşliğinde göbek atan “bikelamun metalci” görmek

Yine de her şeye rağmen güzel eylendik lan! Ama Slayer’ı elime verseler çok fena döverim o ayrı…

Evimizdeki Anlamsız Objeler Silsilesi Vol 2.

6 Haziran 2010 Pazar


Son zamanlarda Efes Pilsen sponsorluğunda takılıp evde tavanı dikkatli dikkatli izlemek gibi bir hobi edindiğimden, evimizdeki abuk subuk objeleri daha bi itinalı seçebilmeye başladım. Aslında bu yazı ukala ukala dolabımla duvarın arasında duran ve kapım her kapandığında düşen dallama t cetveli hakkında olucaktı. Siyasal mezunu bi kişi olarak odamda en ufak bir yeri olmayan bu cismi defetme isteğim mesleğini 15 sene evvel bırakmış anam tarafından “Bana lazım o, dursun” feveranları eşliğinde reddedildi. Hayalperest dananın teki olduğum için belki anam 60 yaşından sona bi gökdelen filan çizer; biz de ihya oluruz diye düşünerek ilişmedim kendisine ama pek yüz göz de olmadım. Merhaba-merhaba o kadar.




Neyse onu mu yazsam filan diye düşünürken bu aralar sevgiye ve ilgiye ihtiyaç duyduğumdan mıdır nedir bir anda arkadaşımın rujunun fazlasını aldığı eski makale çarptı gözüme. Bu garabet şeyi atmayıp; İstanbul Modern’e “love of science” adı ile yollamayı düşünüyorum. Üzerinde nal kadar “Artık İçimdesin” yazan bi tabelayı duvara astıklarını gördükten sonra bu eserin de orada hak ettiği yere ulaşacağına inanıyorum.

Ha bu arada buradan Google’da “entel sevişmeli porno” diye arama yapıp; ne alakaysa buraya yönlenen kişi veya kişilere seslenmek istiyorum: Resimdeki “dodak” lar bana ait değildir, abuk subuk şeyler yazıp adamın asabını bozmayın.

Emzük

30 Mayıs 2010 Pazar

Bu haftanın abuk haberi Hürriyet gazatasından:

İşyerindeki erkeği emziren kadınlar tacizden kurtulur
İslam dünyasının en itibarlı eğitim kurumlarından Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nin Hadis Bölümü Başkanı Prof. İzzet Atiya, “Kadınlar, aynı işyerindeki erkekleri emzirirse, akrabaya dönüşür, tacize uğramaktan kurtulur” fetvası verdi. Bu şaşırtıcı fetva, İslam dünyasında tartışma yarattı”


Haberin devamında emzirme, İslam, İslam’ın emzirmeye olan yaklaşımı ile alakalı bi ton bilgi var.

Fakat bence işin aslı bizim Prof. Atiye sanırım öğrenci işlerindeki süper tatlı memeleri olan hatundan hoşlanıo…Ya da Ortadoğu birbirini emükleye emükleye kendi cinsel devrimini yaşayacak. Hayırlara vesile olsun efenim.

Rahmanlar- kişisel tarihimdeki bazı bi takım anlar

21 Mayıs 2010 Cuma

1
Bir ay kadar önce gözde insanının evinde dururken 2 kutu oyun hamuru bulduktan sonra hiçbir keyif verici madde etkisi altında olmamamıza rağmen oturup ciddi ciddi oyun hamurundan çiçek böcek yapmaya başlamak ve bir yandan Nevermind dinlemek. Yarım saat içinde yaşam enerjimizin yeşilden kırmızıya dönermişçesine azalması ve “yeter lan Kurt yıllardır derdin, kasvetin bunalımın bitirdi bizi; kendini yaktın bizi de mi yakıcan!” diye bilgisayara saldırmam..

2
5 sene önce Durakta beklerken otobüsün durmaması, arkasından koşmam, otobüsün yavaşlaması, tam ben yetişicekken tekrar hızlanması ve bu saçmalığı 2 kere filan daha yapması. Otobüsün arkasından “Dursana lan orospu çocuğu!” diye bağırmam…Otobüsün durması.

3
Taksimde takılırken, garsonun gelip Gözde insanına “Ablacığım arka masada oturan arkadaşa çok benziyonuz bi fotoğrafınızı çeksek demesi”. Gözde insanının arka masadaki kızla kaynaşaraktan fotoğraf çektirmesi; ortamda bi selebiriti tandansı yakalaması. Arka masadaki 2 kızcağızın bizi masasına davet etmeleri bizi pek bi sevmeleri. Giderkene Gözde insanının parmağındaki 1 telelik yüzüğü alıp kendi gümüş yüzüğünü vermesi. Arkalarından “yüzüğü kaptın ama o hatun varya.. sana hiç benzemiyodu” demem.
4
Lisede Moda sahilinde içmeye niyetlenip bira alızlamak ama açacak bulamamak. İçimizden birinin yan taraftaki kopillere gidip “Yaa biz bunu açamıyoruz, sizde şişe açacağı var mı” demesi, insanlık ayıbı tipin bira şişesini ağzıyla açıp; kapağı tükürdükten sonra şişeyi bize centilmence iade etmesi.
5
4 sene evvel İÜ Enez Kampında odada takılırken Sinkov ve çakmak ile oynarkene odayı yakası olmak.
6
Ne kadar oldu hatırlamıyorum Kadıköy’de dolaşırkene kameramanın birinin önümüze atlayıp “ben şimdi size ayın kalecisini soracam siz de Rüştü diceksiniz; taam mıa?” demesi. Manyak gibi “Rüştü” diyip kaçmak. Televizyona çıktığını duymak ama asla bunu görememek…Bu kadar senedir acaba nasıl çıktım diye düşünüp kudurmak.

İş Görüşmesi

14 Mayıs 2010 Cuma


Kadına Industrial Psychology, Personnel Assessment, Selection vs okuyorum demem….Kadının bana burcumu sorması…

-Öhm! Burcum ikizler ama çok güvenilir bir yöntem değil bildiğim kadarıyla horoskopa göre eleman seçmek …
-Evet ya yükseleni filan da oluyo insanın haklısın tam tutmuyo o yüzden. Aslında sende balık tipi var. Yükselenin ne?
-Akrep
-Çok dengesiz olursun o zaman sen…
-Olmam

Evimizdeki Anlamsız Objeler Vol 1.

11 Mayıs 2010 Salı

Bugün ananem 12. milyonuncu defa yayınlanan Arka Sokaklar isimli sikko diziyi izlerken yanında uzanmış gazeteleri karıştırıyor bir yandan da kaset mağduru Deniz Baykal’ın haline üzülüyordum. İşte tam insanın porno kasetinin mi olması kötü yoksa bir mağazada üstünü değiştirirken gerzek tezgahtarın “nasıl oldu canıaam” diye perdeyi açıp sizi dalyaprak ortada bırakması mı daha kötü acaba diye düşünürken gördüm onu.

Nerdeyse kendimi bildim bileli evimizin orta sehpasının üzerinde olan ne üdüğü belirsiz, çakmağımsı alet yıllara meydan okumuştu lan adeta! Evler değişti, mobilyalar değişti, insanlar öldü, annem babamı boşadı filan ama bu garabet alet bu işlevsiz godik evimizi terk etmedi. İşin en fenası da günde toplam 3 paket filan sigara içilen evimizde; şu zımbırtıyla hayatımda bir defa sigara yakıldığını görmemem.

Sanırım çaktırmadan kırıcam lan ben bunu.. çok sinir oldum şimdi!

Perma

9 Mayıs 2010 Pazar


Geçen Perşembe hayatımın en büyük hatalarından birini yaptım sevgili okur. Bir anda gaza gelip saçıma perma yaptırmaya karar verdim. 25 senedir aniden aldığım kararların hiç birinden randıman alamasam da maalesef bu denyo huyumdan vazgeçemedim. Bundan sonra arkamdan gelebilecek nesillerin selameti adına öncelikle perma şaapılma sürecini anlatayım
1. Adım: Saçınızı minnacık bigudilerle çeke çeke sarıyorlar. Bu işlem bittiğinde saçınızın 1/3 ünü kaybetmiş oluyorsunuz zaten.
2. Adım: Sarılı saçlarınıza lağım gibi kokan bir sıvı sürüyolar. Bildiğiniz lağım gibisi fazla
3. Adım: Hani kuaförlerdeki beyinemici gibi bir alet var ya işte ona sokuyolar kafanızı, alet 50 derecede 25-30 dakika beyninizi kavuruyor.
İşte bu aşamada hayatın anlamını, geçmişte yaptığım yanlışları, özümde ne kadar iyi bir insan olduğumu ama aynı zamanda kerizin teki olduğumu filan düşündüm. Kısa süreli bir aydınlanma yaşadım.
4. Adım: Sizi beyinemiciden çıkardıklarında kısa süreli bir ferahlık yaşıyor ve işlemin tamamlandığına dair safça bir umuda kapılıyorsunuz. Çok naifsiniz….kafanıza yine saçmasapan iğrenç kokulu bir madde daha sürüyorlar; bi yarım saat daha bekliyorsunuz.
Nese saçlarınızı açıyorlar ama yıkamıyorlar…. 1-2 saat sonra siz evde yıkıyorsunuz. Yani kuaförden çıkınca her şey bitmiyor. Sonuçta her şey bittiğinde evime 1995 model Harun Kolçak imajımla döndüm.

Çok pişmanım lan…..

Kadıköy Çakma Gözlük Endeksi

22 Nisan 2010 Perşembe

Sevgili blog severler malumunuz dünyamız hızla dönmeye devam etmekte tabiyatıynan bu sene de havalar ısındı, kediler azıttı, çiçekler açtı, polenler uçuştu filan. Her ne kadar 2 gün evvel kıçım donsa da bu ani ısınmayı ergen sivilcesi gibi patlayan Eyjafjallajokull’un depreşmesine yoraraktan hoş karşıladım; üzerine gitmedim. Devamlı gözüme gözüme giren sevimli güneş ışıncıklarını ekarte edebilmek için en Bihterinden (artık Bihter Gözlüğü diye bir kavram oluşmuş bu arada) bir gözlük edineyim dedim. Fakat pintinin teki olduğum için muhtemelen 1 ay içerisinde ya kıracağım ya da bir yerlerde unutacağım bir gözlük için 200 TL filan vermeye gönlüm el vermedi, Üzgünüm Ray Ban..üzgünüm Dior…Neyse fazla caz yapmayayım Kadıköy’deki seyyarların yolunu tuttum. Efenim bi kere her yerdeki modeller aynı kocaman kocaman kemik gözlükler ya da Ray Ban çakmaları bulunmakta. Fiyatları da tükkanın ya da seyyarın Kadıköy’deki konumuna göre 10-20 TL arasında değişiyor. Hoş satıcı size 20 derse; 10 kağıt veririm diyorsunuz. Gözlüğünüzü alıp misler gibi hayatınıza devam ediyorsunuz. Sizinle sanki Kızılay dağıtmışçasına aynı model gözlükleri takan kalabalığa karışıyorsunuz. Yok ben illa marijinal olacam diyorsanız kenarına izmarit filan yapıştırıp Lady Gaga gözlüğü de elde edebilirsiniz.

Yemek

11 Nisan 2010 Pazar

Yemek yemeği, yapmayı, yemek yiyen insanları izlemeyi, yemek resimlerine bakmayı, yemek yapan insanları izlemeyi, yemek yapan insanları izlerken yemek yemeği seviyorum…Food porn denen olayın müptelasıyım diyebilirim yani (hayır kıçına patlıcan sokan kadınlardan bahsetmiyorum, site olan hani bak link verdim oraya). Neyse internette amatörce hazırlanan yemek bloglarını da takip ediyorum. Gözlemlediğim birkaç şey var:
-Ortalama bir Türk hanımı sanırım haftada en az 2 defa güne, bir defa da brunch a gitmektedir. Bu insanlar formlarını nasıl korumaktadırlar?
-Yaklaşık 12 bin yıldır filan pişirilen gün yiyecekleri-ki kendileri kısır olsun, dolma olsun, kek olsun candır canandır- hala blogların en orijinal tarifleri arasında bulunmaktadır.
-Bilindik bir yemeğin üzerine kaşar rendelerseniz, yeni bir yemek elde etmiş olursunuz.
-Henüz dünya bunu duymaya hazır değil ama tiramisu bir Türk tatlısıdır!
-Zeytinyağı her boka şifadır. Uysun uymasın her yemeğe konur.
-10 sene evvel Hürriyet’in verdiği mavi arcoroc yemek takımı 10 evden 7 sinde bulunmaktadır.
-Fotoğraf altı sempatikleri Facebook dışında da aktif halde çalışmaktadırlar Ay Hatice çok güzel olmoooşş (resmine bakarak nasıl anladıysa?), Sibel harikasın (??) gibi yorumlar bırakır; hızla kaçarlar.
-Türkiye’nin ekönömisi açısından bakıldığında hemen hemen her mutfakta 10 gr da olsa safran, 1 adet Kitchen Aid (ki kendisi öküz gibi pahalı bir alet) ve çift kapılı gırtlağına kadar dolu, tarz buzdolabı bulunmaktadır. Kısacası zengin milletiz biz galiba ya?
Yine de seviyorum sizi gün kuşları. Hatta peşinize takılıp gün gün gezerekten müptezel olmak istiyorum.
Neyse şimdi buraya az evvel yaptığım beyaz peynirli, domatesli tostun süper artistik resimlerini koyacaktım ama fotoğraf makinesini çıkartmaya üşendim…Şimdi Foodporn’dan resim seçeyim ben iyisimi hem 1-2 saat oyalanmış olurum

Statistical Depression

10 Nisan 2010 Cumartesi

Daha önceden yazdım mı bilmiyorum ama ben matematiksel anlamda hakkaten bir angutum. Simen kuluma bu sene ne ızdırap çektirsem diye düşünen sevgili rabbim başıma bir istatistik dersi sardı ki hayata küstüm. Izdırap 101 kodlu dersimiz yaklaşık 6-7 haftadır filan devam ediyor. Önceden acık da olsa konuya aşina olan ben derste sadece tahtaya yazılan bazı bitakım sembolleri defterime geçiriyor; hocanın yüzüne anlamsız anlamsız bakıyorum. Fakat malesef herif beni iplemiyor; coşarak taşarak dersi anlatıyor arada bize bakıp yüzündeki dungeon master ifadesiyle acımasızca gülümsüyor. Sonra arkasını dönüp bi kaç formül daha yazıyor ve bu ders asla ama asla zamanında bitmiyor. Geçen hafta hepimizi 3 saat filan sınıfa kapattı; 20 küsur yaşında kazık kadar adamlar altımıza işeyecektik. Sanırım fantezilerinde bizi sınıfa kitleyip günlerce istatistik anlatmak filan yatıyor.

Ha bu kadar anlatmaya ben anlıyor muyum? Elbette hayır….Belki tahtaya yazdığı formüllerin neyin formülü olduğunu anlasam tamam ama yok onu da anlamıyorum.
Haftaya sınav yapacakmış…hadi bakalım…
O değil de ki kare ne olm?

Tadillenme…

3 Nisan 2010 Cumartesi

Şu an size tiner kokusundan sebep kelle olmuş bir şekilde sesleniyorum sevgili okur. Tadilatperver insan anamın teşvikleriyle başlayan tadilleme işleri evimizi bir haftadır afet bölgesine çevirdi. Gözde insanından sığınma hakkı talep ettim; saolsun tadilatın birkaç gününü kendisinin rezidansında geçirdim. Hatta bu sabah ewime dönünce kendisinden devamlı oturma ve çalışma izni talep etmeye karar verdim. Zira adeta Big Bang 15 dakka önce gerçekleşmişçesine evimizi kaplayan toz bulutu görüş alanımı neredeyse sıfıra indirgerken, yerlere serilmiş gazete kağıtları ve “laylon”larla beraber kafamı gözümü yarmam için gerekli ortamı ziyadesiyle sağlıyordu. Fakat asıl heyecanı kıyafetlerimi ararken yaşadım; Camel Trophy tadındaki bu mücadele hurç yığınlarının üzerine tırmanma, koli kaldırma ve didiklenme etaplarından oluşuyordu. Tinere hiç değinmiyorum, artık keyif vermeye başladı çünkü. Gelgelelim hayatımda ilk defa (ve sanırım son defa) Franz Ferdinand dinleyen ve kendi arasında İngilizce konuşan 2 dene usta ile de karşılaştım ki artıkın ölsem de gam yemem sanırm.
Bu yazının ana fikri: tadilat yapmayın olum.. valla bak.. çok fena bişi…
Öle bok içinde yaşayın..
PİYES: Bide evde olduğum süre boyunca döner, lahmacun yemekten de tiksindim lan!

Kıyafetin Tabiyatı

21 Mart 2010 Pazar

Geçtiğimiz haftasonu Hürriyet gazatasında bir röp okudum. Bir hatun tek elbiseyle çeşitli aksesuar ve özellikle de çorapları kombinleyip 6 ay geçirmeyi planlamış. Her gün giyindiklerini filan bu bloga yazıyor. Kombinlerinin bazıları hakikaten çok hoş ama çoğu benim gibi bodur, bıngıl bir fashion victim için fazla iddialı.
Bodurum filan ama blogun özünde tüketim toplumuna bir eleştiri falan getirdiğini düşünecek kadar da iyi niyetli, saf bi insanım. Doğru mu düşündüm lan acaba? Neyse.. Fegat efeem öteyandan fikri hiç orijinal bulmadım.Neden, derseniz. Ben bu muhabbeti tee 2004 senesinde yaptım arkadaş; hem de tek pantolonla tam 1 sene geçirdim. Nası yıkadım nası kuruttum bir ben bir de Allah bilir. Hele elimde hali hazırda bulunan 3 kazak, 2 tişört ve 1 spor ayakkabıylan nasıl yaratıcı kombinler yarattığımı görseniz cebime 50 kağıt sıkıştırır üstüme başıma bişeyler almaya yollar sona da bi yemek ısmarlardınız. Hatta sevgili arkadaşım gözde insanı da 1991’den 2005’e kadar aynı yeşil adidas spor ayakkabıyı giyinmiş, ayakkabı beceriksiz bir ayakkabıcının ihmali sonucu tabanından yırtılmak suretiylen hayata gözlerini yummuştur. Kalıntıları gözdenin evindeki vestiyerde durmaktadır. Bağcıklarının nasır tedavisine iyi geldiği söylenir.

Eğer Curling Bir Sporsa

28 Şubat 2010 Pazar

Efenim bildiğiniz gibi bu günlerde Vancouver’da 2010 kış olimpiyatları yapılmakta; gayet spor sevmez bir kişilik olarak zaping yaparken 2,5 saniye kadar bakıyorum yarışlara. Geçende kanımca dünyanın en amaçsız sporu olan Curling e denk geldim sayın okuyucu, 2 kişi karşılıklı olarak buz üzerindeki bir diski dürtüyolar; yok yok diski değil yeri dürtüyorlar ve diski bir çemberin içine sokmaya çalışıyorlar felan…. Diğer kurallarını tam olarak anlamadım ama genel konsept bu.

Lan eğer Curling bir sporsa başka neler uluslararası platformda spor olarak kabul edilebilir diye düşündüm. Şöyle bir liste çıktı:

-İstanbul’da metrobüse binmek
-Oturduğunuz koltukta kegel egzersizi yapmak
-62’den tavşan yapmak
-Eminönü alt geçidinden Kadıköy vapur iskelesine koşu (engelli yarış ve uzun atlama)
-Sıkışmış kavanoz kapağı açmak
-Perde takmak (takım oyunu olarak)
-İçilen 4 biradan sonra 15 kişi uzunluğundaki tuvalet kuyruğu beklemek
-Bostancı’dan Taksim’e otobüste ayakta gitmek (evet benim arabam yok)
Başka öneriniz varsa beklerim…

Not: Ayrıca eğer varsa Turkiye Curling Federasyonu’na şimdiden saygılarımı sunarım.

Sevgililer gününüz kutlu olsun!........

14 Şubat 2010 Pazar

"Sevin, Sevdirin"

Thesimen 2010

Kültürümün Başkenti

10 Şubat 2010 Çarşamba

Geçtiğimiz günlerde nefret pompalama üstadı Vakit gaztesinin (!) ara gazı vermesiyle Özgen Yula’nın “Yala ama Yutma” isimli oyunu sahneden kaldırıldı (süresiz bir şekilde ertelendi de diyebiliriz) ve oyunun sahne aldığı mekan olan Kumbaracı50 mühürlendi. Haber yayınlandıktan sonra oyuncular aldıkları tehdit mesajları yüzünden emniyete başvurmuş. Bu kadarını zaten diğer haber kaynaklarından da okumuşsunuzdur. Benim asıl dikkatimi çeken nokta belediyenin mühürleme sebebi olarak mekanın ‘yangın ve can güvenliği’ açısından mahsurlarının bulunması olduğunu belirtmesi. Kültür başkenti İstanbul’umun güzide Beyoğlu Beladiyesi Madımak ekolünden gelen üç beş takke takunyalıya karşı sanatçısını koruyamamaktadır, korumak da istememektedir. Tuvalet kağıdından azıcık hallice bir paçavranın haber diye yazdığı saçmalık, çağdaş tiyatronun en mühim yazarlarından birinin eserinden daha kıymetlidir. Bir tane aklı selim insan bu adamlara “bisigtringidin la!” dememiştir. Olsundur zaten pipili, kukulu şeylerden hala bahsedebilen bu insanların katli vaciptir hele ki artiz takımındansa. Böyle şer yuvalarını kapattıkları için önceliklen sevgili belaaadiye amirlerime teşekkür eder akabinde diğer büyüklerimin de ellerinden, kötlerinden yalar ama yutmam.

İlgilenenler için: http://yalaamayutma.com/

PiEs: Bu arada yine aynı tandansta bir haber de RTÜK’ten geldi. Efeem tilivizyonlarımızda yayınlanmakta olan “Aşk-ı Memnu” dizisi ‘'ihaneti onayladığı'' gerekçesiyle uyarı cezası kararı aldı. Buradan RTÜK yetkililerine Halit Ziya Uşaklıgil’in 1900 yılında yazmış olduğu 110 yıldır dimağımızı lekeleyen, defalarca utanmadan filmi, dizisi, müzikali yapılmış bu muzır neşriyatın gerçek yüzünü bize gösterdiği için teşekkürlerimi sunuyorum. Hakkaten valla bravo bu kadar senedir hiç birimizin aklına gelmemişti ihanetin fena bir şey olduğu. Aşk-ı Memnu senaryo ekibine sezon finalinde Bihter’i recm ettirmelerini öneriyorum, ancak böyle yırtabilirsiniz. Ha Behlül’de hacca gitsin, ney filan çalsın.


Reblog this post [with Zemanta]

Lost in Lost

3 Şubat 2010 Çarşamba

Ömrümün son 5 yılını esir alan şerrefsiz dizi lost yine gösteren ama elletmeyen bölümleriyle geri döndü. Spoiler filan vermicem zaten uğraşamam şu oldu bu oldu filan diye yazmaya; zaten işin ucunu da iyiden iyiye kaçırdım. Internette bu olaya kafayı ciddi ciddi takıp adanın neredeyse Big Bang’den itibaren olan hikayesini yazan ve teoriler üreten kişiler var ki manitudan kendilerine öncelikle full time bir iş sonralıkla da akıl sağlığı temenni ediyorum. Bu Allahın belası diziden tek temennim uzun sezon arası tatilleri ve bi skime derman olmayan bölümleriyle hayatımdan biran önce çıkması.
İlk bölümünü izlediğim, “aa negzel ada lan Trabzon gibi aynı yemyeşil, dohtor da sağlam parçaymış” dediğim güne nalet olsun!
PiES: Yine de dohtor ciwanım Jack ile aksanına kurban Desmond bebişimi görmek güzel. Burdan kendilerine selam eder; Black Smoke’a da Hendrix’den Purple Haze’i armağan ederim….Namaste!


Reblog this post [with Zemanta]

Fantastik Albümler Silsilesi Vol.2

1 Şubat 2010 Pazartesi


Aslında bu albümü fantastik albümler silsilesinin altında incelemek tamamen yazarın cehaletinden kaynaklanmaktadır.

Efenim Osman İşmen'in kendisine 1978'de yılın aranjörü ödülünü kazandıran iş bu albümü size iftiharla takdim ediyorum.

kısım 1:

1) üsküdar'dan diskoteğe giderken
2) nihavent longa
3) mevlana, kara karadır
4) döktürü süt içtim diskotekte
5) konyalı final

kısım 2:

1) rast disko intro
2) hekimoğlu
3) disko kasap havası
4) azize diskotekte
5) final


Açıkçası nostalji yoksunu bir öküzcan olduğum için paraya kıyıp albümü alamadım ama "döktürü süt içtim diskotekte" nası bir şarkıdır? Bunu öğrenmek için için için yanıyorum sevgili okur.

Bir sonraki boombastic albümde görüşmek üzere..Şen ve esen kalın..

Ergenliğe geri dönüş

28 Ocak 2010 Perşembe

Lenslerimle 12 yıldır süren seviyeli birlikteliğimizi alerji sebebiyle bitirmek zorunda kaldık. Gözlerim 3,50 derece hipermetrop artı astigmat olduğu, kısacası kör oldum için lenssiz, gözlüksüz yaşamam mümkün değil. Hemen mahallemizdeki en yakın gözlükçüye giderekten entellektüel, çok zeki ve bohem imajımı perçinleyeceğini sandığım bir gözlük seçtim. Camlar takıldı filan. Fakat yıllarca gözlük takmaya takmaya unuttuğum bir değişken vardı sevgili okuyucu. Efeem şimdi bu hipermetrop camların ortası kalın oluyor, böylelikle de biraz büyüteç vazifesi görüyor. Yani şu an burnumun üzerinde 2 adet büyüteç taşıyorum. Gözlerim dana gözü gibi oldu. Ayrıca da seçtiğim çerçeve de bokum gibiymiş entel kuntel filan da olamadım.
Halimi gören erkeg arkadaşım kamera karşısında yaklaşık 15 dakika güldü ve ben o an sevgili okur ergenlime geri döndüm. Aniden çevremde bana 4göz diyen, gözlük camlarıma tüküren, gözlüğümü takıp “ohaa körmüşsün kızım sen!..” diyen sivilceli, osbirci sınıf arkadaşlarım belirdi adeta. Yüzümü sınav stresinden basan sivilcelerim, evde devamlı giydiğim depresyon hırkam, ve yıkılan öz güvenimle artık 24 yaşında bir ergendim.
Şimdi nerd imajımı perçinlemek için gidip biraz ders çalışıcam…

Cartel bir numara en büyük…

25 Ocak 2010 Pazartesi


Uzun zaman oldu 90’lar muhabbeti yapmayalı.
Nasıl atladım bilmiyorum ama en mühim adamları unuttum: Cartel. Nasıl bir ilgiyle dinlemişsek sanırım bigün hafızamı filan kaybetsem, her şey silinse bitek bu adamların şarkı sözleri kalabilir.

“Cartel bir numara en büyük cehennemden çıkan çılgın Türk…”

O zamanlan çocuk kafası anlamıyorsun ama şimdiki bokları dinleyince idrak ediyorum adamların aslında ne kadar iyi müzik yaptığını. Türkçe rap nasıl yapılır nasıl yapılmaz konusunda kelimeleri hızlı hızlı söyleyince rap yaptığını sanan kavruklarla, kendini ancak oh yeah maaan! diye ifade edebilen kazmalara hızlandırılmış kurs niteliğinde ilk, tek ve son albümleri dinletilebilir. Bundan yaklaşık olarak 14 sene önce çıkardıkları albümlerinde evdeki ses, çek bi fırt gibi şu anda radyoda madyoda çalınması olay olacak şarkıları dinleniyodu lan bu adamların. Bugünkü rapçilerin miladi takvime göre olan yılbaşında ağaç süslediniz, kötünüze kaçıcak ahirette kelamları ettiği de düşülünce, adamlar baya radikalmiş o zamana göre.
Şimdi kulaklarımızın pası silinsin diye benim için bir sampling mucizesi olan Araba yok isimli şarkılarını linkliyorum buraya. Sanırım sample kısım Deve Kuşu Kabare’nin Galaksi Taksi skecinden alınmış…

Rap e gönül vermiş bi insan deilim ama yine böyle albüm yapsınlar, kıç sallamalı, arabalı, zencili klip çekmesinler alıp dinlerim. Netçede good music is good music..

Respect!

Finaller nedeniyle kapalıyız....

14 Ocak 2010 Perşembe

Fantastik Albümler Silsilesi Vol.1

3 Ocak 2010 Pazar

Artık kınalar çok daha eğlenceli!
Sevgili gelin adayları ömrünüzün bu en helecanlı gününde kınanızı yakarken fon müziği oluşturacak, gecenizi şenlendirecek bu albümü kaçırmayın. Dinleyin, dinletin..

No “yüksek yüksek tepeler”, no Mezdeke konseptli albümdeki şarkılardan/türkülerden birkaçı;

•Göbeği çukur
•Anasına kızına (Nası yani? Oha lan yavaş!)
•Bekar gezelim (Ne alaka lan? Maksat evlenmek değil miydi?)
•Halkalı şeker (Kına gecesinden gerdek gecesine geçiş.)
•Ayakkabı giyerim (Aferin sana. Türküymüş bu..neyse bişey demicem.)

Stoklarımız sınırlıdır!

There is no Ajda Pekkan!

1 Ocak 2010 Cuma

Hürriyet’in akla zarar foto galerilerinde gezerken şu gerçeği fark ettim ki aslında Ajda Pekkan diye bir insan yok! Eski resimleri ve yani resimleri karşılaştırdığınızda ortak nokta bulmanız hemen hemen imkansız. Alakasız insanların resimlerini ardarda koymuşuz gibi bir durum ortaya çıkıyor. Sanırım bazı otoriteler Türk kadınını derinlerde bir yerde yeterince estetik yaptırırsa asla yaşlanmayacağına ve hatta ölmeyeceğine filan inandırmak istiyor. Bu otoriterlere en Kadir İnanır sesimle haykırıyorum ki: Yalan söylüyorsun! Artık Milli Piyango ve Sayısal Loto’nun varlığına inanmadığım gibi Ajda’ya da inanmıyorum.