engır menicmınt

28 Haziran 2009 Pazar

İçimdeki tarifsiz adam dövme isteğini sonlandıramadım hala
Bir ruh hastalığım mı var acaba?
Ruh hastası olsam da insanları dövmek, böyle ağızlarına çakmak
Kallavi bir "Xtr Lannn" çekmek
Hoş değil elbet....

Toplum için tehlike mi arz ediyorum acaba?
Ne fark eder ki aslında
Bir manyak daha eksik ya da fazla?

Kıçımdan uydurduğum bu "şiirimsi" yi dikkatinize sunarım

Gidelim Benjamin!

Gidelim abi...

Mazeretli Asabiyet Yazısı

25 Haziran 2009 Perşembe

Bugün kendimi seri katil gibi hissettiğim, aslında içimde nasıl bir manyak barındırdığımı fark ettiğim günlerden biri.
Aslında mizaç olarak sakin biriyim, hatta hep bokumda boncuk bulmuş gibi güler yüzlüyümdür. İnsanlara karşı toleransım çok yüksektir. Fakat bir noktadan sonra bir canavara dönüşüyorum. Böyle ayı gibi pençemi çıkarıp gadanallah diye insanlara dalasım geliyor.
Bugün İstanbul’un iğrenç yapış yapış sıcağını yüzümde hissettiğim an anladım; bugün o gündü.
İnsanlara karşı katıksız bir nefretin damarlarımda gezdiğini hissettim. Öfke bütün vücudumu dolaşıp, ensemden kafama beynime hücum ediyor böyle zamanlarda. İnanılmaz bir baş ağrısı ve baskı hissediyorum beynimin alt kısmında. Daha önce fark edemediğim şeyler aslında fark edipte görmezden geldiğim şeyleri düşünmeye başlıyorum. İnsanlara nasıl gereksiz değer verdiğimi fark ediyorum, aslında beni en sallamayan insanların benim en değer verdiklerim olduğunu düşünüyorum. Bazen nasıl adam yerine konmuyorum; bilseniz şaşarsınız sevgili okur. Sadece insanlara adam gibi davrandığım için insan gibi muamele görmek istediğimi tekrarlıyorum kendi kendime. Sonra özelden genele gidiyorum. Tam bu anlarda dünyadaki tüm insan ırkı ben dahil yok olsun ya da ben o insan ırkının hepsine tekme tokat dalayım istiyorum.
Mesela motora tam ben binecekken beni ittirip geçen kaltak müsveddesini, ayağımı tam motora atacakken hareket eden denize “düşeyazmama “ neden olan motorcuyu, tüm bu olaylara mal gibi bakan sözde güvenlik görevlilerini, minibüste parayı önündeki kişiye uzatmamak için duymuyo ayana yatan şerefsizleri, evime yürürken arkamdan kaldırıma çıkıp beni “ezeyazan” arabayı, konuyla o an alakası yok ama anamı gagalayan kargayı…bunların hepsini sabaha kadar dövmek, dinlenip bir daha dövmek istiyorum.
Şaka maka iyi dönmüşüm, dönebilmişim evime. Yoksa büyük ihtimalle helvamı yiyodunuz yarın filan.
Eve döndüğümde kapının uzun süre açılmaması, abimin kapıyı uykulu gözlerle açıp niye anahtarla açmıyosun kapıyı tandansında bi fırça kaymasıyla neşeme ayrı bir neşe kattım sevgili okur.
Kendimi odama zor attım. İstemiyorum lan insan çevremde! Darıca’ya yerleşicem!!
Sonra Feysbook’umu açtım bir vidyo takıldı gözüme. Mustafa Topaloğlu Gerizekalı Sevgilim. Dinlemeye başladığımdan beri göz yaşları içerisinde gülüyorum…Sanırım sinirlerim çok bozuk, evet bozuk…Gidelim Benjamin…Gidelim Simen


Reblog this post [with Zemanta]

Olduramadım

21 Haziran 2009 Pazar

Yandaki arabayı dikizlemek… Çocukluğumdan beri vazgeçemediğim bir aktivitedir. Minik bir yavruyken özellikle uzun yolculuklarda burnumu cama yapıştırır diğer insanların arabalarının içini televizyon gibi seyrederdim; içeride eğer varsa yaşıtım çocuğa el sallar abuk subuk hareketler yapardım. Hala da yapıyorum, abuk subuk hareketleri değil tabi lan! Sadece insanları inceliyorum. Ne var lan bunda diyebilirsiniz. Haklısınız esasen. Hiçbir özelliği yok yaptığımın.
Tek bir şey fark ettim. Çok benziyoruz birbirimize hem de çok. Esasen bir karınca sürüsünden hiçbir farkımız yok. Mesela arabalardan birinde üç kişilik bir aile vardı. Anne hayattan bezgin, baba yorgun, çocuk arka koltuğa tırmanıyor. Anne hem bezgin hem çocukla uğraşıyor, baba aynı dikkatle araba kullanmaya devam ediyor. Baba kararlı, baba sinirli. Sollayan minibüsçüye vites değiştirdiği kolunu kaldırıp “ne ayaksın hemşerim” hareketi yapıyor. Bindiğim otobüs hızlanıyor; üç kişilik sinirli baba ailesini kaybediyorum.
Göz hapsindeki yeni arabamın içinde bir çocuk ve bir genç kız var. Kız camdan dışarı bakıyor; oğlan radyoyla oynuyor. Garip bir şekilde suskunlar. Sonra kız aniden hızlı hızlı bir şeyler söylüyor. Manyaklığı ele alıp dudaklarına odaklanıyorum kızın. Sadece her kelimenin sonuna “yani” koyan insanlardan olduğunu anlıyorum; yada anlayamıyorum. Hatta muhtemelen yanlış anlıyorum.
Sonra sinirli baba ailesinin bir değişik varyasyonuna rastlıyorum. Bu sefer arkada 3 çocuk var. Anne türbanlı, bol altın bilezikli; baba “bıyıhlı” ve tabi ki sinirli. İlk aileden pek bir farkları yok yani. Ha kadının elinde b,r poşet var; çocuklar da çips yiyor.
Sıra benim en çok özendiğim insan araba tipine geliyor. Özenmek değil ama söyle diyeyim akşam tıkış tıkış bir otobüsün içerisinde giderken, ah ulan şu arabada ben de olsaydım dediğim araba. Aslında bir araba da değil bir konsept, yaşam tarzı…
Önce arkadan görüyoruz. Ben arabadan anlamam ama “sıfır” sanırım. Arka cam da “University of… Tırıvırı” ya da “Tırıvırı University” yapıştırması var. Yalnız buradaki tırıvırı sizin üniversitede hayaliniz olan okula denk düşmektedir. Benim için Boğaziçi’ydi mesela. Ha bir de “baby on board” zımbırtılarından. İçerideki tipin şişman, kel ve şerefsiz olduğunu düşünerek içime su serpiyorum. Trafik tıkanınca içeridekinin şişman ya da şerefsiz olmadığını görüyorum. Hem çocuk hem kariyer yapmış bir yavru var içeride Saçları güzelce toplanmış ama öyle başöğretmen topuzu gibi değil, üstünde güzel bir takım var güneş gözlükleri şahane. Makyajının görülebilir kısmı akşam olmasına rağmen akmamış. Vites kolunun orada bir Starbucks bardağı, vites kolu otomatik. Otomatik vites koluyla bardak uzun zamandır tanışıyor hatta; hiç yadırgamıyorlar birbirlerini. Ön camda yaşadıkları özel bir sitenin logosu da mevcut…
Özenti yada kavruk bulabilirsiniz belki ama. “Tamamıyla tamamlanmış bir hayat” değil mi bu? Şu anda her birimizin edinmek için kıçını yırttığı şeyler değil mi bunlar? İnsan gibi yaşama hakkı, işinden evine dönerken yollarda sürünmeden dönme hakkı… Basit şeyler aslında.
Diyordum ya çok benziyoruz birbirimize karınca sürüsü gibiyiz. Sinirli babalar, suskun analar, pij çocuklar, tribal hatunlar, kurtlar vadisi ağabeyler. Bu kariyer kadınlarından mesela binlerce var. Ben de bunlardan olayım lan noolur! Minibüste sürünen orta sınıf tombik kız olmak istemiyorum artık. Bi oldurun be!

Reblog this post [with Zemanta]

Simen’in Kramp’ı Keşfi

16 Haziran 2009 Salı

Biyerime kramp filan girmedi. Sadece bu yaşıma kadar sadece adını duyup dinemeye fırsat bulamadığım bir grubu dinnedim.. Kramp. İçinizden “Oha lan Kramp’ı mı bilmiosun ayu!” diyenler olabilir. Şu sağ köşedeki x var ya, heh tıklayın şimdi oraya; Allah selamet versin….Adamın asabını bozuyolar ya! Herkes her şeyi bilmek zorunda değil kardeşim. Beni sokakta çevirip “Kardeş Eminönü ney?” diye soran insan oldu. Eminönü nerede değil; Eminönü ney. Ben heç bozmadım o zaman karşımdakini “Bin buradan vapura vardığın yer: Eminönü” dedim.
Biz asıl konumuza geri dönelim çok dağıldık. Internette dolanırken tanıştım kendileriyle; kramp nasıl geçirilir, kramptan kaçınmanın yolları gibi banal sitelerin arasında kendilerine ait az çok bilgi bulabiliyoruz. 1984 doğumlu bir grup kendileri. Albümleri; “püf püf” (1994), “lan n’oldu“ (1996), ve “İstanbul sokakları” (1998).
Hayatımda islediğim en fantastik kuntastik klip ve şarkıyı burada sizinlen paylaşıom sevgili okurlarım: “Lan n’oldu” isimli eseri buradan şeyedebilirsiniz.
Konuyla kel alaka olacak ama başka bi mevzuu daha takıldı kafama. Halen öğrenci olduğum yıllarda. Lan şunun şurası 1-2 sene öncesi filan aslında. Bir ödev yapıyorduk. Ödevin konusu kuruluşundan sonraki ilk bir aylık süreçte bir partiyi yazılı basında incelemek gibi bir şeydi.Bu sebeblen bir kaç defa kütüphane taraması yapmam gerekti . 1991 yılına ait gazetelere bakıyorduk. Gazete sayfalarında şu anda gazetelerde görmeyi tahayyül edemeyeceğimiz özgürlük mü serbestlik mi desem bir şey vardı işte. Özgürlük de göreceli bir şey esasen. İnsan resimleri daha bir cıbıl, anlatımlar daha bir cesurdu sanki. Hatta yeni açılan bir sex shop un sahibi sattığı takım taklavatı detaylarıyla anlatan bir reklam bile vermişti. Tabi ki basın özgürlüğünü bu kadar dar bir çevrede değerlendirecek kadar andavallı değilim. Sadece nasıl oluyor da oluyor aklıma takıldıydı.
Bugün Kramp’a ait başka bir klip daha izledim. Şarkının ismi “Püf Püf”. Sözlerini okuyun önce:
Bitmedi tükenmedi çileli zindan
Mihneti zindan, zulmeti zindan aman
Zulmette çiragim olsun
Helvaci Selim heman
Curadan çek bir duman
Ahh … çek bir duman

Asereye yazdim sahim
Gel ask için çek bir nefes
Duman ile muhabbetle
Cennet olur demir kafes

Kus olsan bile uçamazsın
Çek curadan püf püf duman
Bir can olur kuzu ejder
Dört duvar kardasi dilber ah…

Dalgaya dumana püf püf
Dumana zindana püf…

Bu şüpheye yer bırakmayan anlamlı sözleriyle “Püf Püf” devletimizin televizyası “TRT 3” de yayınlanmış zamanında. Ben bu klibi nerde izledim? Tabii ki Youtube’da. Ha oraya girmek yasaktı dimi…Neyse

Ha bir de böyle kaliteli müzikler yapan Kramp abilere selamlar sevgiler :D

Fitnız

14 Haziran 2009 Pazar

Fındık ezmesini anlatırken belirttiğim gibi zayıflamam lazım. Bu maksatla 2 ay kadar önce bizim buradaki bir spor salonuna yazıldım. Bir yıllık yazılınca 6 ay da kendileri hediye ediyorlarmış. Sanırım zorunlu askerlik gibi 18 ay koşturup durucam.
Tabiyatım gereği sportmen bir insan değilim. Bırakın kendim spor yapmayı futbol maçı izlerken bile yorulurum. Bir o kaleye koşuyorlar sonra gol atamayınca haydi öbür kaleye. İzlemek bile yoruyo insanı.
Neyse bu sebeple devamlı ayağımı sürüyerek gidiyorum. Sevmiyorum lan spor yapmayı! Öle insanların söylediği gibi spor yaptıktan sonra enerjik ve mutlu filan da hissetmiyorum.
İşkencem yarım saatlik bir yürüyüşle başlıyor. Allahım o yürüyüş bandı ne saçma sapan bir alettir! Kendimi kafesindeki bir hamster gibi hissediyorum. Böyle çarkım var bir tane koşuyorum amaçsızca. Bu mudur yani insanlığın geldiği son nokta?
Sonra bir başka amaçsız aktiviteye geçiyorum…yarım saat hiçbir yere gitmeyen bir bisikletin pedallarını çeviriyorum. Hatta o kadar amasızca ki bisikletin üzerindeyken Cosmopolitan, Instyle, Harperz Bazaar dergilerine filan bakabiliyorum.
Bisikletten indiğimde hafiften götümde bir havalanma başlıyor. Nede olsa ben tam bir saat spor yapmış bir kişiyim artıkın. Madonna da böyle başladı tabi 1 saat bi saat. Tişörtümün kollarını hafiften yukarı kıvırıyorum kaslı kollarımı ortaya çıkarmak için aynı bıngıl manzarayla karşılaşıyorum hemen geri indiriyorum şerefsiz tişörtü..Daha değil henüz işimiz bitmedi…
Diğer bacak açma kapamalı, ağırlık kaldırmalı engizisyon aletlerine geçiyorum. Sanal ağırlıklar kaldırıp indiriyorum.
2 saatin sonunda yorgun, keyifsiz ve sağlıklı bir hamster olarak dönüyorum evime…

Televizyonumu İstiyorum...............

9 Haziran 2009 Salı

TV WarImage by Midnight-digital via Flickr

Son zamanlarda hiç TV seyredemediğimi farkettim. Büyük bir kayıp değil esasen ama artık hakkaten katlanamıyorum. Bugün yemek yerken annemlerin izlediği ve benim de dolaylı olarak maruz kaldığım diziler hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Aslında çok ilginç hepsinin konusunu, karakterlerini filan biliyorum bir şekilde.
1. Küçük Kadınlar: Öncelikle Allah bunların belasını versin… İliğimizi kemiğimizi sömürdüler. Ya 4 tane kızın başına daha ne kadar felaket gelebilir. Şu ana kadar olanları sayıyorum. Taciz, tecavüz, iftira, iftira sonucu hapis, mafya çatışması, küçük kardeşin velayetinin alınması, parasızlık, birinin kalp hastası olması. Ne öğreniyoruz bu diziden? 4 tane kadın pardon düzeltiyorum “kız” asla ama asla hayatta tutunamaz. İllaki yanlarında bir erkek figürü olmalıdır. Çalışıp, kazanıp okumak yoktur. İlla birileri birilerine tecavüz filan etmelidir.
2. Yaprak Dökümü: Bu dizinin adını “Kızlarım Nasıl Orospu Oldu?” olarak değiştirmek istiyorum. Yaprak dökümü de talihsiz serüvenler dizisi (A series of unfortunate events)tadında bir yerli dizimiz. Bakın dizi diyorum kitap uyarlaması demiyorum. Bu diziden ne öğrendik: Bu devirde kardeşine bile güvenmeyeceksin.
3. Aşk-ı Memnu: yada “3 Ayda Yengeme Nası Çaktım” buna da kitap uyarlaması demiyorum, diyemiyorum. Fakat Kıvanç Tatlıtuğ’un eşsiz oyun gücü diziyi izlettiriyor sevgili okur. Bana şerefsiz dediğinizi duyar gibiyim. Neyse.
4. Annem: Bu dizi bitti sanırsam ama bir çift lafım var. Nasıl bir sapık zihniyettir bunu yazan, yöneten, oynayan. Bir dizideki bütün kadınlar nası aynı anda hamile kalabilir? 17 yaşında hamile kalan genç kız nasıl okulundan alınıp güle oynaya evlendirilir- hemide politikacı baba ve mühendisimsi anne tarafından?Bu dizide bir tane korunan adam yok mu lan? Yok mu bizim memleketimizde prezervatif, doğum kontrol hapı, sinyal lambası takoz veyhut çekme halatı. Lan Afrika’da bile adamlara bunlar çoğalmasın birbirine hastalık bulaştırmasın die köy köy gezip anlatıyor adamlar. Bu dizide İstanbul’un göbeğinde millet dokuz doğuruyor. Korunun lan ey halkım. Bu diziden ne öğreniyoruz: Tüm doğum kontrol yöntemleri anlamsızdır, hatta yoktur lan ole bişi; kürtaj yaptırmak ise hem çok büyük bir günahtır hem de insanı derinden zedeler. O yüzden siz ne olursa olsun doğurun..çoğalın…üreyin..
Bizim evde şu an için genelde izlenen diziler bunlar. Her akşam insanlar işinden gelip bunları izleyen yurdum insanının psikolojisi ne ayaktır bilemicem. Amacım zaten sosyal mesaj vermek değil , bana da düşmez sadece bizim evde izlenmesin abi artık. Yeter lan!
Eskiden ne güseldi. Bizimkiler vardı. Hiçbişey olmuyodu dizide ama böyle psikopatlıklar da yoktu. Süper Baba vardı, Şehnaz Tango. Sona Zeki-Metin’in dizileri Hastane filan. Abi Olacak Okadar bile daha iyiydi..
Televizyonumu istiyorum. Okuldan eve geldiğimde izleyip kafa dağıtmamı, gülmemi sağlayan televizyonu geri istiyorum.




Reblog this post [with Zemanta]

İyi ki doğdum!

Birthday Cake CupcakeImage by clevercupcakes via Flickr

24 yaşında oldum lan.....oha
Olsun ama pasta yimek güsel



Reblog this post [with Zemanta]

Karga Karga Gak Dedi….

6 Haziran 2009 Cumartesi

Crow atop a telephone poleImage by jessicafm via Flickr

Dün cep telefonum acı acı çalmaya başladığında iş yerindeydim. Aslında telefonum acı acı filan da çalmadı. Sadece bu kalıbı cümle içerisinde kullanmak istedim; yoksa telefon melodim gayet neşeli (Lucid Dreams). Neyse konumuz bu değil; ekranda “Abim” yazısını görünce boktan bir durum olduğunu hemen anladım. Yanlış anlaşılmasın canım biraderimi çok severim ama beni asla hayırlı bir iş için aramaz. Üç seçenek vardır:
1. Bana iş kakacak
2. Süper saçma ve alakasız bir soru soracak.
3. Anneme bir şey oldu. Tabi ki bu en korktuğum seçenek.
Açar açmaz “Müsait” misin dedi- ki genelde demez, “Evet, müsaitim . Nooldu?” dedim-ki genelde demem. “Kızım ananı karga gagaladı! Naapmamız lazım bu durumda ?” dedi. Birkaç saniye kendimi tuttuktan sonra manyak gibi gülmeye başladım. Olayın özü şu bizim valide markete giderken sayko bir karganın saldırısına uğramış, kafadan birkaç gaga darbesi yemiş. Bu durum küçücük ailemizde bir infial yarattı. Zira arı sokması, köpek ısırığı, kedi cırmalaması gibi muhtelif hayvansal tacizler konusundaki dağarcığımız maalesef karga gagası konusunda yetersiz kalıyordu. İnternete baktım “Karga gagalaması” diye aratınca ne alakaysa dini siteler çıkıyor. Böyle de bir açık var demek ki internet aleminde. Buradan da böyle bir hizmetimiz olsun.
Efem şöyle herhangi bir uçan mahlukatın saldırısına uğradığınızda en yakın mümkünse “özel” hastaneye gidiyorsunuz. Doktur bey gagalanan veyahut cırmalanan yerlere batikon döküp size tetanos aşısı yapıyor. Sonacıma bu hizmet için 50 TL ödüyorsunuz. Bu kadar. Kuş gribi yada kuduz tehlikesi falan da yokmuş bu arada.
Yalnız bu aralar kargalardan biraz uzak durmakta fayda var zira bugün Bostancı semalarına 2 martı ve bir kırlangıcı önüne katıp kovalayan tek bir karga gördük. Üreme mevsimi mi, çıldırma mevsimimi anlayamadım. Yada hayvancağızlar “lan zaten 100 küsur sene yaşıyorum, ilişmeyin tillahınızı ..krm” gibi kurtlar vadisimsel bir sürece giriyorlar.
Kısacası bu aralar kargalardan uzak durun, benden size dost tavsiyesi.





Reblog this post [with Zemanta]

Ah Grotesk İstanbul!

3 Haziran 2009 Çarşamba

Istanbul Birds in Flight (Color)Image by Oberazzi via Flickr

Alkım’ın yaptığı indirimle beraber 4 yeni kitabı indiregandi yaptıktan sonra içimi tarifsiz bir film festivali görmüş entel sevinci kapladı sayın okuyucu. Bugünkü yazımı TRT2’ de yayınlanan “Akşama Doğru” tandansında yazacağımı sanırım çoktan farkettiniz.
Hemen girizgahımı yapıyorum elimden bırakamadığım kitabın adı “Puslu Kıtalar Atlası” ve yazarı İhsan Oktay Anar. Kitapta daha önce hiçbir yerde okumadığınız fantastik, komik ve dahi ürkünç bir İstanbul var. Sanırım bu sıfatları “grotesk” başlığı altında toplayabiliriz. Konusunu filan anlatıp olayı Lise 3 edebiyat dönem ödevi kisvesine büründürecek değilim. Sadece alın okuyun iyi kitap; İstanbul’un aslında ne kadar fantastik bir şehir olduğunu anlatıyor bence.
Aslında nasıl gizemli bir şehirde yaşadığımızı ilk Kız Kulesi’nin hikayesini dinlediğimde anlamıştım. Aşırı korumacı babanın öleceği kehanet olunan kızını denizin ortasındaki kuleye hapsetmesi, kimselerle görüştürmemesi ve sonunda kızcağızın ”yılan sokması” sonucu ölmesi. Birgül’in toplumsal cinsiyet dersiyle yıkanan beynim aslında bu yılan sokmalı hikayenin altında sağlam bir metafor olduğunu , o yılanın bildiğimiz yılan olmadığını düşündürmüyor değil.
Neyse asıl konumuza dönecek olursak asıl ilgimi çeken mevzu “İstanbul’un Tılsımları”. İlk defa Zülfü Livaneli’nin Leyla’nın evi kitabında okumuştum. Leyla evine tekrar kavuşabilmek için bu tılsımları gezip onlardan yardım istiyordu. Çok ilgimi çekti internette araştırmaya başladım gerçekten varmış böyle bir şey. Birkaç ay önce de National Geographic konu etti tılsımları.

İstanbul’u koruduğuna inanılan Bizans döneminden kalma 15- Evliya Çelebi’ye göre 24- ayrı tılsımlı sütun varmış. Hepsini yazmıcam ama bazılarının hikayeleri çok ilginç:
ARKADİUS SÜTUNU
Cerrahpaşa Avratpazarında bin parça beyaz mermerden, minare gibi içi boş merdivenli yüksek bir direk vardı. Tepesinde peri yüzlü bir heykel duruyordu. Efsaneye göre yılda 1 defa bir feryat koparırmış. Yeryüzünde ne kadar kuş varsa o heykelin etrafında dönermiş. Kuşların binlercesi yere düşer, halk da bunları toplayıp yermiş.
KIZTAŞI
Saraçhânede Büyük Pozantin'in kızının mezarı üzerine dikilmiştir. Kıztaşı diye bilinen bu tılsımlı sütun, imparatorun kızını yılanlardan, çiyanlardan ve karıncalardan korumak için dikilmişti. Fakat yine kendisi için yapılmış olan Kız Kulesinde otururken, bir üzüm sepeti içine gizlenmiş olan ve üzümlerle beraber Kızkulesine gelen zehirli bir karayılanı tarafından öldürüldü. İmparatorun kızını ne sütun koruyabildi, ne de kule. Bence adı “Kaderde varsa ..mek neye yarar üzülmek taşı da olabilirmiş.)
SİNEKLİ SÜTUN
Koca Mustafa Paşa Altımermer'dedir. Altı tane mermer sütunun herbiri, eskiden yaşamış olan bilginler tarafından yaptırılmıştı. Bunlardan birinin üstünde sürekli vızıldayan bir sinek resmi vardı. Bu sütun sayesinde İstanbul'a sivrisinek girmediğine inanılırdı.

VEBA SÜTUNU
Sultan Bayezid Hamamının altında 4 köşeli bir sütundu. Bu sütun sayesinde şehre tâun (vebâ) mikrobunun girmediğine inanılırdı. Bayezid Hamamı yapılırken bu tılsımlı sütun yıkıldı. Söylentiye göre o anda Sultan 2. Bayezid'in bir oğlu vebâdan öldü ve şehirde vebâ salgını başladı.
ÖRME SÜTUN
Sultanahmet Meydanında, Milyobar (Örme Sütun) denilen bir anıttır. 300 bin taştan yapılma bu sütunun tepesinde çok güçlü bir mıknatıs varmış. Bu mıknatıs İstanbul'u depremlerden korurmuş.
Bunların yanı sıra şehri akrepten, yılandan, çiyandan, saldın hastalıklardan koruyan, sevgilileri barıştıran yararlı sütunlar olduğu gibi “kocoloz” cadılarını salıveren, bakire olmayan kızları haber veren, karı kocanın ayrılmasını sağlayan süper şerefsiz tılsımlar da varmış tabi.
Bunların bir kaçı halen ayakta fırsatım olduğunda ziyaretlerine gidip teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Zira İstanbul bu kadar doğal afet, çarpık yapılanma ve Vandallığa rağmen içindeki milyonlarca psikopatla hala ayakta kalabiliyorsa bence bu tılsımlar işe yarıyor demektir.

Reblog this post [with Zemanta]

Karpuz Zamanı

1 Haziran 2009 Pazartesi
Dünyanın en az okunan blogunun sefkili saadık okuyucuları, 5 kişilik okuyucu kitl

"Yes. $300 for a watermelon. And it is a ...Image via Wikipedia

emin güzide sakinleri nassınız? İyisinizdir inşallah...

Bu akşam sevgili validem sokağımızın biricik marketi şoktan "seçtirerek" aldığı karpuzu bize zorla yedirmeye kalktı. Normalde karpuz kavun gibi bilimum sulu zırtlak meyveyi çok sevmeme rağmen maalesef bu "şoktan seçmeli" karpuzu yiyemedim. Allah aratmasın (mümin simen) yemeye çalıştığımız cisim, karpuz değildi. Bir mantar, herhangi bir sebze hatta bir kuş ya da bir uçak bile olabilirdi ama karpuz değildi. Bize ne lan senin karpuzsal sıkıntılarından diyebilirsin sayın okuyucu. Hatta sana sen dediğimi de farketmişsindir. Samimi bir hava yaratmaya çalılıyoruz burada olacak o kadar.


Her krizin aslında bir fırsat olduğu düşüncesinden yola çıkarak bu konuda yazmaya karar virdim. Konumuz "nasıl karpuz seçilir?". Hatta biraz entelleştirelim bu çalışamızı "serbest piyasa bağlamında karpuz seçim sorunsalı"

Efenim yaptığım araştırmalar sonucunda birkaç değişik yaklaşım belirledim:

1. Dışavurumculuk: Yani karapuzu seçmek için dış görünümünden faydalanmak "Tatlı ve sulu, olgun bir karpuz seçmek için kabuğunun renginin parlak değil, mat olmasına ve tırnağınızla hafifçe kazıdığınızda yeşil kısmının kolayca çıkmasına, toprağa oturan kısmının renginin açık sarı olmasına, beyaz veya yeşil olmamasına dikkat edilmesi gerekir. Eğer kesmece karpuz alacaksanız içinin renginin parlak kırmızı, çekirdeklerinin de koyu kahverengi veya siyah renkte olmasına dikkat edilmeli.". Tabi meyveyi bu kadar taciz ettikten sonra manav ya da market görevlisi olayı namus meselesine çevirip hala arıza çıkarmadıysa karpuzunuzu alıp mutlu mesut evinize dönebilirsiniz. Size hayatta başarılar diliyoruz.

2.Malavurumculuk (Vibrasyon tetiklemeli sonar algılama): Bildiğin tokatlıyoruz abi..Ama çıkması gereken ses konusunda kamuoyunda bir fikir birliği mevcut değil. "Şap şap" diyeni de var "tap tap" diyeninde. Sanırım davudi bir ses bekleniyor karpuzdan.

Bu iki yöntemi de uyguladıktan sonra hala aldığınız karpuz kelek çıkarsa. Sakın bana filan getirmeyin. Kalbinizi kırarım.. Ben şimdi gidiyorum; kelek karpuzun ortasını didiklicem belki orası tatlıdır...


Reblog this post [with Zemanta]